Zülküf Kurt: Minerva’nın baykuşu

“Saatin on ikiyi geçmediği bu yer, bir külkedisi masalı bile etmiyor.”

Barbarlarla beklerken, Mehmet Mahsum Oral

Kendini gördüğün sudan kaçman, yüzünü saklaman… Tanıyamadığın bir beden… Aniden dönüştüğün şeyin bir adı, hâlâ hiç ara vermeden dönüştüğün şeyin götürdüğü bir yer olmalı… Ya yoksa diye başlayan tüm korkuların bir kâbusu olmalı. Biz, bu kâbusun çocukları, korkular dünyasının acımasız sokakları, varoşun en keskin bıçakları, sözümüz var, hınca ve korkuya bulanmış kanlar arasından. Bu defa bizi dinlemek zorundasınız. İşte, şimdi kaçamayacağımız bir denizin tam ortasındayız…

Gemilerin altına sürülen katran kadar ağır bir suyun içinde, kollarımız yorgunluğa teslim. Büyük sözler söyleyeceğim birazdan, şefkatten uzak. İçinde merhamet barındırmayacak bir kürsüden konuşacağım, gözüm uzak, sesim yakına düşerken. En yakınımızdakinin bizi çektiği aşağılarda, karanlıklarda dolanıp da çıkmayı ihanet sayanların bozkırlarından bu ses. Çıkmayacağız bu koyu karanlıktan, ışığın ucu görünse bile…

Akasyaları yere düşürecek kadar sertleşse de rüzgâr, henüz kırılmadı içimizdeki zincirler. Bir daha, bir daha vur… Daha güçlü, en ince noktasına… Çekicin murca değdiği yeri dümdüz edercesine… Ardı ardına, güçten takatten düşmemecesine. Daha çok bilenerek, daha çok hınçlanarak. Zor bir doğum bu. Demirden ve mermerden bir çocuktur doğacak olan. Şimdi anlıyor musun fırlatılan çekiçle birlikte yükseklere sinen “Diril..!” yankısını…

Neyle var olacaksın tozdan ve kilden başka? Suların ıslattığı taşlarda kaymaman maharet sayılmaz bu gaddar çağda. Yeteneğin kalmaya değil, ölmeye yazgılı. Dirhem dirhem tükeneceksin. Ne yapsan da batacaksın bu bataklığa. Belki bir timsah yemeyecek seni… Yenilme korkusuyla değil, yavaş yavaş batacaksın gittikçe milleşen bu toprağa… Batmaktan korkmaz kimse düşmekten, yenilmekten korktuğu kadar… Ölecek kadar zamanımız olacak ne de olsa…

Orta yaşlı, şapkalı bir adam olta attı denize. Üç defa boş çıktı olta. Dördüncüsünde balık kaçmayı başardı. Beşincisinde biraz daha umudu yükseldi adamın. Altıncısında öfkesi bilendi. Yedincisinde öfkesi aklını zehirledi. Sekizincisinde balık kaybetti. Sudan bir balık azaldı, karada bir balık öldü. Balıkçının her gün öldüğü kıyılarda…

Sözüm var! Dinleyin beni! Bunca yılın ardından herkese iki kelam etmeye hakkım var. Yapabildiklerimin hanesinde kalamadım. Yapamadıklarım ise hep günah diye yazıldı. Ben hiçbir yerde olmadım oysa. Siz vardınız bütün evlerde, ama hiçbiriniz de kalmadınız, bana kal dediğiniz hiçbir yerde. Hepinizin bir adı var, fakat hiçbirinizin bir adı yok. Söyleyin desem, hikâyelerinizin yalnızlığından koşar adım kaçarsınız… Neden bunca zaman bastırdınız peki, yok etmeye çalıştınız bu kadar şeyi? Ne zannediyorsunuz kendinizi? Kimsiniz siz?

Bir suya düşen taş kadar değeriniz yok diye bağırdıkların karşı kıyıda. Sen çoktan kaybettiğin bir savaşın adasında. Rutubet… Demir ranza… Kan ve kum… Ne yapsan ilk dalgada, ilk fırtınada boşa düşecek. Sen bir Sisifos Söyleni’nin içinde değilsin. Çaresizliğini öfke dışında anlatacağın bir kağıdın bile olmayacak… Ne kadar bağırabilirsen bağır, sesin aşamayacak bu dalgaları… 

Öfkenin doruğuna çıkacak bu koridorlar. Yeraltındaki tünelleri bul mutlaka. İlk tünelden gitme, sonu yıkık. İkinci tünelin ortası kuyu. Üçüncü tünelden yürü. Öfkenin koridorlarında koşarcasına… Bağır, çağır, haykır! Sen de kus öfkeni, büyüt bu denizi, yükselsin sular… Dindirilmesini bekleme bu öfkenin… Bekledikçe bilen, hatırla… Daha çok, daha çok hatırla… Ve çıkamayacaksın o tünelden de, unutma…

Sesler seslere, sesler dalgalara karışırken, ayın yüreğimizi şişirircesine daha çok büyümesi. Suyun üzerine vuran bu ışığın üzerimizdeki örtüsü kalkınca ne kalacak öfkemizden geriye? Dalgalar alıp götürmeden, ya da uzaklara uçmadan önce söyleyeceklerimiz olacak, biliyorum. Ama ne bir kelime ne de bir söz hatırlıyorum… 

Zülküf Kurt: Kısa Devre

Kaldırımlar,

Bittiğinde başlayan yol çizgisi,

Karşıya geçmeyi bekleyen insanlar,

Kırmızı ışığa takılanlar, aralardan geçenler, yeşil bir uyarı almadan geçmeyenler, arabalar, kornalar, bize bir müziğin eşlik ettiğini gösteren kulaklıklar, solgun yüzler, yeni ütülenmiş gömlekler, birkaç gündür yıkanmadan giyilen kotlar, bir isyandan gelen sigara dumanı, parfüm kokuları, incitmeyen güneş, sesler ama hep sesler…

Biraz öncesinde kıyamet kopsa da belediyecilik anlayışıyla temizlenmiş olabilir bütün mekânlar. Bizi hayattan, hayatı bir diğerinden koparan bütün noktalar, betonlar ve ışıklar.

Karşıda doğayı unutmamızı engelleyen ağaçlar, altları plastik ilmeklerle birbirine ve toprağa yapıştırılmış çimenler, ıslaklığını güneşle daha fazla alımlı kılmaya çalışan yapraklar, sabahın o saatinde bankta oturanlar, önlerinden geçip işlerine gidenler, yüzler ama hep yüzler…

Nefes darlıklarımız, bağlandığımız sevinçler, yeni alınan ayakkabılarımız, daha güzel görünmemizi sağlayan bütün kıyafetler, bir düşünceyi adımlarla içimize sindirdiğimiz kısa yollar, yürüyüşler, haklarında konuştuğumuz insanlar, kafede yemek yerken haklarında konuştuğumuzdan bir daha hiç haberi olmayacak insanlar… Bir daha dinlemeyecek kadar çok dinlediğimiz ve bıkana kadar dinleyeceğimiz müzikler… Kapaklarını aklımıza kazıdığımız ve hep onlara yeni hikâyeler kattığımız kitaplar…

Suskunluklar ve hep susakalmalar. Bizi var etmeyecek her şeyi reddedişimiz. Çemberin içinde bir çember ve bir çember daha. Hiç durmadan ördüğümüz çemberler, dengeler, ifadesini değiştirdiğimiz o kısa etki anlarını arayışlarımız. 

Çok güvenmesek de dostlarımız. Sırlarımızı onlara hiç anlatmayacağımız, ama mesela hastalığımızı paylaşabileceğimiz arkadaşlarımız. Çocuklarının her anını hiç usanmadan ve aynı cümlelerle tekrar etmekten hiç bıkmayan, ama asla aynı zamandan bahsettiklerini bilmeyen anne babalar…

Üniversiteye yeni başlayan ve henüz düzenli davranmayı ihmal etmeyip dolmuş şoförüne adres sorarken bölümünü de söyleyen ve hepimizin onu ayakta alkışlamasını bekleyenler. Bir sonraki yıla kaldığı derslerle başlayan ve okul üniforması diye bohemlik kuşandıklarını belli eden üniversiteliler…

Her köşe başında kurulmuş tezgâhları, yorgunlukları ve tükenmeyen, tüketmemeye çalıştıkları ümitleriyle güne başlayan emekçiler. Tezgâhta duran iyi yaşam dilekleriyle, işine yetişmeye çalışanlar, koşanlar, koşturanlar, koşamayanlar…

Her yeşil ışıkta yüreğimizin depreşmesi. Bir hayali yanımızdan geçerken görüşümüz. Bir an zaman dursa. Bir kırmızı ışık yansa saatlerimize. Nereye gideceğimizi unutsak. Monologlarımız kesilse, sadece gözlerimiz kalsa geriye. Otobüslerdeki insanlar yollara inse sonra. Hafif bir rüzgâr çıksa, ellerimizde tuttuğumuz ders notları yollara, parklara dağılsa. Tüm tezgâhlardakilerini döksek. İsyan bu açlığımıza karşı. Boğazımızı sıkan kravatlar sökülse. Hepimiz ayakkabılarımızı çıkarsak. İlerde bir yerlerde bir müzikle eğlenen insanlar görsek. Her köşebaşında ya da. Taksiciler, bir yanımızda, durakta bekleyenler en önümüzde. Kimse kimseyi tanımasa, ama yine de mutlu olsa. Sonra koca bir meydanda buluşup bildiğimiz her şeyi unutarak öylece bakınsak. Ve hep ümit etmeye başladığımızda, yeşil ışık yansa…

Kaldırımlar,

Bittiğinde başlayan yol çizgisi,

Karşıya geçmeyi bekleyen insanlar,

Kırmızı ışığa takılanlar, aralardan geçenler, yeşil bir uyarı almadan geçmeyenler, arabalar, kornalar, bize bir müziğin eşlik ettiğini gösteren kulaklıklar, solgun yüzler, yeni ütülenmiş gömlekler, birkaç gündür yıkanmadan giyilen kotlar, bir isyandan gelen sigara dumanı, parfüm kokuları, incitmeyen güneş, sesler ama hep sesler. Suslar belki bir an belki de… 

İkinci bir ışığa kadar beklerken geçen bir ömür, ömürlerimiz. Yine de bekler miydin diye sorulan, cevabını bugün bile veremediğimiz sorular. Cevapları sonsuza kadar uzanacak sessizlikler. Bizi zamana, zamanı bize hapseden sıkışmalar. Yeşil ışık yanacak birazdan. Gitmeliyiz…


Kurzschluss

übersetzt von Aslı Uǧurlu und Tobias Schneider

Die Bürgersteige.

Die Straßenlinie, die beginnt wo jene enden.

Die Leute, die darauf warten, die Straße zu überqueren.

Diejenigen, die im roten Licht stecken bleiben. Diejenigen, die sich an Anderen vorbei winden. Diejenigen, die nicht passieren wenn sie kein grünes Licht sehen. Autos. Hupen. Die Kopfhörer, die uns zeigen, dass Musik uns begleitet. Die blassen Gesichter. Die frisch gebügelten Hemden. Die Jeans, die getragen und seit Tagen nicht gewaschen sind. Zigarettenrauch, der nach dem Aufstand aufsteigt. Parfümdüfte. Die Sonne, die nicht juckt. Das Gedröhne, und immer das Gedröhne…

Diese Orte, die nach Gemeinde-Standard gereinigt aussehen, obwohl einige Momente zuvor Weltuntergang war. Alle Punkte, Beton und die Lichter, welche uns vom Leben trennen, und vom Leben des Anderen.

Die Bäume dort drüben, die verhindern, dass man die Natur vergisst. Das Gras, an der Unterseite mit Plastik verstrickt und an die Erde geklebt. Die Blätter, die versuchen ihre Nässe durch die Sonne attraktiver scheinen zu lassen. Diejenigen, die bereits so früh auf den Bänken sitzen. Diejenigen, die jene auf dem Weg zu ihrer Arbeit passieren. Gesichter, und immer diese Gesichter.

Unsere Atemnot. Die Freuden, nach denen wir süchtig sind. Die neugekauften Schuhe. All die Kleider, die uns schöner aussehen lassen. Die Abkürzungen, wo wir Schritt für Schritt einen Gedanken verdauen. Die Spaziergänge. Die Leute, über die wir reden. Die Leute, über die wir reden wenn wir in einem Café essen und es nie erfahren werden. Die Musik, die wir so oft gehört haben, dass wir sie nicht mehr hören können und jene, die wir gehört haben bis wir gelangweilt waren. Die Bücher, deren Einbände sich einprägten und jene, denen wir immer neue Geschichten hinzufügen. Das Verstummen, und immer diese Sprachlosigkeit. Die Ablehnung von Allem, das uns nicht existieren lässt. Ein Kreis im Kreis eines weiteren Kreises. Die Kreise, die Gleichgewichte, die wir ununterbrochen weben, unserer Suche nach den Momenten der Wirkung, die wir verändert haben.

Unsere Seelenverwandten, denen wir nicht trauen. Unsere Freunde, mit denen wir niemals unsere Geheimnisse teilen werden, aber über unsere Krankheiten sprechen können. Die Mütter und Väter, die nie gelangweilt von Momenten ihrer Kinder werden und nie müde, die selben Sätze zu wiederholen, aber denen nicht klar ist, dass sie über die selbe Zeit sprechen.

Die Universitätsneulinge, die noch nicht abgelehnt haben ein ordentliches Benehmen zu zeigen, so dass sie, wenn sie den Busfahrer nach einer Adresse fragen, auch ihr Studienfach nennen und von uns allen stehende Ovationen erwarten. Die Studenten, die ihr nächstes Jahr beginnen und schon durch ihre Kurse fallen, die sich bürgerlich kleiden statt in Uniform…

Die Arbeiter mit ihren Stände an jede Ecke, ihre Müdigkeit, beginnen ihren Tag mit unerschöpflicher Hoffnung, die zerstört wird. Mit Wünschen auf gutes Leben stehen am Stand diejenigen, die versuchen ihre Arbeit zu erreichen. Die Gehetzten. Die Hetzer. Die Unhetztbaren…

Wie die Herzen bei jedem Grünlicht höher schlagen. Die Visualisierung eines Traumes, der an uns vorbeizieht. Wenn ein Moment stehen bleibt. Auf unseren Uhren würde ein rotes Licht leuchten. Wir würden vergessen wohin wir gehen. Unsere Selbstgespräche würden beendet werden, nur unsere Augen würden verweilen. Dann würden die Leute aus dem Bus die Straße hinuntergehen. Eine sanfte Brise würde aufkommen, die Kursnotizen, die wir in unseren Händen halten würden sich auf den Strassen und in Parks verteilen. Wir würden alles auf den Ständen um uns verteilen. Eine Rebellion unseres Hungers wegen. Wir alle würden unsere Schuhe ausziehen. Wir würden irgendwo vor uns Leute sehen, die Musik genießen. Anderenfalls an jeder Ecke. Taxifahrer. Neben uns.

Die Leute, die an der Haltestelle warten sind vor uns in der ersten Reihe. Niemand würde sich kennen und trotzdem glücklich sein. Dann würden wir uns auf einem riesigen Platz treffen und würden uns einfach nur umsehen, während wir alles vergessen, was wir wissen. Und jedesmal, wenn uns neue Hoffnung wächst, würde das Licht auf Grün wechseln.

Die Bürgersteige.

Die Straßenlinie, die beginnt wo jene enden.

Die Leute, die darauf warten, die Straße zu überqueren.

Diejenigen, die im roten Licht stecken bleiben. Diejenigen, die sich an Anderen vorbei drängen. Diejenigen, die nicht passieren, wenn sie kein grünes Licht sehen. Autos. Hupen. Die Kopfhörer, die uns zeigen, dass Musik uns begleitet. Die blassen Gesichter. Die frisch gebügelte Hemden. Die Jeans, die getragen und seit Tagen nicht gewaschen sind. Zigarettenrauch, der nach dem Aufstand aufsteigt. Parfümdüfte. Die Sonne, die nicht juckt. Das Gedröhne, und immer das Gedröhne…Die Stillen, vielleicht sofort, oder vielleicht…

Ein Leben. Unsere Leben. Die Vergehen, während wir auf das zweite Licht warten.

Würdest du trotzdem warten? Diese Frage können wir heute noch nicht beantworten. Die Stille, deren Antworten sich an Unendlichkeit lehnen. Der Druck, der uns an die Zeit bindet und die Zeit an uns.

Das grüne Licht wird bald leuchten. Wir sollten gehen…